RSS

21 Mayıs 2010 Cuma

Çünkü, ben de herhangi bir hiç kimseyim.

Noktalar birleşiyor, devasa eğrilerin haysiyetinde.
Nice engebeli yollar tüketiyor insan, birçok başlangıç ve bitiş arasında.
Kaynağı belirsiz bir güç ışıldıyor,
Turuncu, mavi, kızıl auralar kuşanıyor insan,
Beyhude yapraklar gibi çelimsiz, düşüyor tutunduğu zamandan.


Noktalar birleşiyor, doğumsuz, ölümsüz doğrularda,
Yarım bırakılan bir akşamdan kalmalık gibi, zencefilli sakızlar.
Boşluklar doluyor, korku canavarlarıyla,
Küller alevlerinden artıyor, içsel ve hazsal çığlıklarla,
Dişleri kenetli bir sonsuz, arasındakileri eziyor.


Noktalar birleşiyor, kısa, ince çubuklarla,
Paralel tahta blokları, diğer paralel tahta bloklar kesiyor,
Auroralar boyuyor gözden düşenleri, akıyor, dünün günahları.
Ensiz bir günden geriye, yakamozlardaki buhur kalıyor.


Boyutsuzluk, boyutlandırıyor yaşamı,
Pandomim yapıyor sesler, durgunluğun ortasında,
Işık bir hiç oluyor, gömülen yalnızlıklarda.
Umut vapuru demir almış, ışıkla ilerliyor batmışlığa,
Yeşil ışık parlaması hayali rotalarda,
Daralıyor çukurlaşmış göz altlarında.


Gözlerime bakıyor öylece, gerçeği görmek ümidiyle,
Hücrelerimdeki akışkan geçmişte, kaybolan mahrem sessizlikleri.
Noktalar birleşiyor,
Tabiatın ölümcül kahramanlıklarında,
Göğü kanatları altına alıyor kuzgun,
Durgun, suskun ve kızgın,
Gidiyor.


Çünkü, ben de herhangi bir hiç kimseyim.

9 Mayıs 2010 Pazar

Zihinsel Shoryukenimsi Efektif Çarpışmalar 8

Gürültüler. Gürültüler.
Evrenin dinmek bilmez sesliliği. Beyninde çınlıyor her şey. İçinde kopan fırtınaların sesi, kulaklarını tırmalıyor. Uğultular yutmuşsun. Küçük dilin parçalanırcasına bağırıyorsun, sesin çıkmıyor. Sesin seni boğuyor.


Oturmuşsun. Önünde dikdörtgen bir masa. Yazamamayı yazıyorsun. Oturmuşsun ve birçok yabancı nefesle tekdüze havaya karışıyorsun. İçinde kükürtlü bir buhur, içinde yanan bir yaşam var. Soluyorsun, nefesinde katran var. Beyazlar içindesin ama karasın. Beyazsın ama pak değil. Beyazsın, soluksun.


Soğuk ve sıcak...
Zaman ve mekan...
İyi ve kötü...
İnat ve direnç...
Onur ve gururun arasında sıkışmış, tıkılıp kalmışsın.


Oturuyorsun. Dizlerin göğsüne çekili, bir o kadar elzem derinde. Oturuyorsun ve yaşamının baharında soğuksun. Öylece oturuyorsun. Sıkışmışsın. Kendine güvence saydığın dudakların arasında. Hiç olmadığın kadar yakınsın içindeki kıyamete ve bir o kadar uzak içsel dengeye.


Az kalmışsın, çokluğundan geriye. Kanaatlarin kırılgan notlar vermiş, dağılmışsın. Kül yığınları gibi dertopsun, uçuran rüzgârlara emanet. Ve pek çok kimsenin bütünleştiği hiç kimsesin, inanarak.


Bir bakmışsın, yürüyorsun kerpiç yüzler arasında. Rahimden süzülen bir çocuk çığlıklar içinde. Bir bakmışsın, doğmuşsun, hızlı bir tükenişe. Bir bakmışsın varmışsın. Ve bir de bakmışsın ki yokmuşsun. Gitmişsin. Bitmişsin.


Bir bakmışsın ki her şey yeniden bir başlangıca bitmiş.

25 Nisan 2010 Pazar

Aşk; sehpada infazını bekleyen bir mahkûm.

Hiç kimse olarak girdiğim hayattan,
Hiçbir şey olarak çıkıyorum.
Külebi'nin kaybettiği sevdadaki,
Ilık Ophelia'ydın.
Sevdim.
Ama hiçbir inanç,
Vurdumduymazlığa baskın gelemez.

Aşk;
Sehpada infazını bekleyen bir mahkûm.
Ve tekme en beklenmedik anda,
Bir son dilek dahi yok,
Çünkü yeteri kadar inanmışsanız,
Yeteri kadar acıtılırsınız.
Tekrarı tarihin dökümlerinde,
Bilinen yine suyun görünüründe,
İndirmemek gerekti,
Hiçbir amansız bakışa gardı,
Yoksa onur ve gurur, sehpada yoldaş aşka.

Pürüzlü zeminden saçılıyor beyaz kir,
Gırtlağa kadar batıldığında umuda,
Hepsi umarsızlıkta bir.
Paydalarımızdaki dönüşüm iyiye,
Sonsuza giden bir limit gibi,
Sürekli ya da kesikli,
Değişmez elbet,
Sıfırın en güvenilir aşk olduğu gerçeği,
Ve nice sen geçiyor bende yaşam,
Sana inat.

Ardına saklanılan nice beyhude baharların,
Kurumuş tırtıklı yaprakları gibi kuru ve hışırtılı,
Boğazımıza birkaç yudum daha günbatımı,
Sigaranın en berbat katranı gibi, zifir su,
Ve tekrar en başından hiç.

Aşk;
Sehpada infazını bekleyen bir mahkûm.
Dağınık ve kibir,
Kömürden eşelenen gözleri,
Ve çekirdek yüklü dişleri,
Bir beyaz yumruk ve sağır hisli.
Bitmedi.
Bitmezdi de.
Bitiş başlangıçtır çünkü.
Ben sevmiştim oysa ki, dedim,
Nice saatlerde,
Avare herhangi biri gibi,
Silik, belirsiz.

11 Nisan 2010 Pazar

Sakar Kuğular Parkı

Elips biçiminde bir havuzu ıslatıyor fiskiyeden yükselen sular. Motorun homurtusunu duyabilirsiniz çok yakınından. Boyası güneşe dayanamayıp çıkmış limonküfü, pas renginde demir parmaklıklar arasında, her gün orada bekler. Bundan yedi yıl evvel buraya ilk geldiğimde bir arkadaşımla birlikte gelmiştim buraya. Parmaklıkların üzerindeki yeşil boya capcanlıydı. Sık sık gelirim buraya, etrafta yaşamın iplemediği ve yaşamı iplemeyen birçok kişi görmek, iyi gelir bana. Kendimi buraya ait hissederim sıklıkla.


Tek kollu trapezci.
Bir keresinde, tek kolu olmayan bir trapezciyle karşılaşmıştım. Bana gözleri kapalı bir şekilde nasıl ipin ucunda durduğunu anlatmıştı. Düşme hissini yaşamanın ne denli doyumsuzluk oluşturduğunu. “Bir kez düşersen” dedi, “devamlı düşersin. Ve bir süre sonra yapabildiğin en keyifli işin, daha da düşmek olduğunu anlarsın.” Söylediğine göre, yaşadığını düşündüğü tek an, çok hafif bir akımla ipin milimlik salınımı ve onun dengeyi sağlamak için ayak tabanında çok ince bir hamleyle ipe tutunduğu anmış. O ip olmaksızın yürümek, yerden 50 metre yükseklikte eminim ki daha heyecan vericidir.


Ben aslında bir ikindi vakti çalkapı düştüm bu birçok kimsenin aynı yalnızlıkta bıraktığı, ıssız parka. Yeni batından çıkmış kedilerin, sarkık karınları gibi, bakış açımız. Kullanışsız ve eksik. Ben en çok yerden usturupsuz bir şekilde çıkan, kesik taşları seviyorum buranın. En azından belki.


Saat 13:47.
Burada herkes zamanı parkın yanından geçen “Ekspres” trene göre belirliyor. Güneş batıya düştükten sonraki ilk tren de uzun mesafeli bir iç hat treni. Aslında hiç kimse trenin uzun mesafeli olduğundan emin değil ama yine de garip bir inanışla uzun mesafeye giden bir tren olduğu kanaatini taşıyoruz. 14 Vagon. Güle güle. Saat 13.45’te geçiyor tren. Ama yuvarlak zaman dilimlerini ve sayıları sevmem ben. Güneş ışığının meridyenler arası yarım meridyen hata payını ekledim sadece, tabi varsa böyle bir şey. İki meridyen arası 4 dakika olduğuna göre yarım meridyen 2 dakikadır. Doğal olarak bu da saatin 13.47 olduğunu gösterir. Aslında 13 ve 47 sayılarının asal sayılar olmasını seviyorum. Belki de sırf bu yüzden saat 13.47’dir.


Kör Primadonna.
Bir yıldır buraya geliyor. Çok iyi dans edermiş eskiden, tüm ışıkların üzerinde olduğu bir opera sanatçısıymış, birçok operada şarkılar seslendirmiş. Çok iyi bir balerinmiş ayrıca. Birçok balede de rol almış. Kraliçenin Gecesi, II. Elizabeth, Daphne ve daha nicesi. Bunları onun ağzından duydum ama hiç konuşmadık. Üzerinde keskilerle işlenmiş, birçok klişe sevgi ve aşk sözcüğü, kalp, börtü, böcek bulunan yandaki ahşap banka oturup, cebinden büsküvi ve ekmek kırıntıları çıkartır ve etrafına saçar böylece güvercinleri dizlerinin dibinde toplardı. Onlara anlatıyordu tüm bunları, ordan biliyorum. Bana kalırsa kör primadonna kendini hâlâ sahnede sanıyor. Bankı sahne, güvercinleri ise seyirciymiş gibi görüyor. Hiç hoşlanmam böyle ihtiraslardan. Seyirciye rüşvet veren bir primadonna? Tuhaf. Bir de seyircilerin kuşlar olması, 7 milyarlık insan ırkının % 99’unun kuş beyinli olmasını çağrıştırıyor bana. Pek ironik. Seviyorum ama kör primadonnayı. Ayağındaki ucu açık kestane rengi ayakkabısı ve pembe çoraplarına rağmen. Saçları uzun, kızılı akmış, kirli bir siyahlıkta. Perçemleri yağlı, tiftiklenmiş gibi. Elleri titriyor genelde ve eteğine siliyor burnunu, çocuklar gibi. “En güzel çiçek” diyor, “parmağımda dikeninin kıymığını bırakan bir güldü, bir vedadan kalan. Ve,” diyor, “her şey o kadar hızlı yaşandı ve geçti ki, bir dal sigara içmelik vakit kaldı, her yaşantının gıyabında.”


Kore Gazisi.
Kirli kahverengi ceketinin göğsünde bir yığın madeni levha parçasının şangırtısımı duydum, yüzünü görmeden evvel. Ceketinin eteği ve kolları çamurlaşmış, kara, kir pasak içinde. Yediklerinin yağlı döküntüleri belli oluyor yakasında. Elleri nasırlı ve vücut dokusunun onarıp düzeltemeyeceği kadar kesiklerle yaralı. Birbirine paralel ve çakışan kesikler kanallar oluşturuyor iki elinde de. Kolunun orta iç kısmından bileğine kadar kabartılar oluşturmuş dikiş izleri var. Sakalları uzun, boz. Kirli. Tepesi kel. Enselerinden uzayıp giden kümelenmiş boz yün yığınları var. Kirli. Kötü kokuyor. Tırnakları uzun, dipleri kara kir tabakası dolu. Gözleri kısık. Ağzında hâlâ bir tane ana dişi olduğunu söylüyor. Altın kaplama. Kıpırdıyor. Canını yakıyormuş, bazen. Diğer dişleri takma ama dişleri erimiş gibi, yarısı yok. Ayağında kahverengi bir postal var, derisi soyulmuş. İpin tekinin yarısı yok, yorgan ipiyle düğümleyip tamamlamış. 83 Yaşında. Önünde bir kasa var, kalınca bir iple boynuna asılmış. İçinde yarabantları, kalitesiz kurşun kalemler, miatı dolmuş indirimli ve tam otobüs biletleri ve buna benzer pek kimsenin satın almayacağı türden bir çok ıvır zıvır dolu. Cepleri şişkin, tıka basa dolu. Birinde kağıdı soyulmuş, bir kanyak şişesi var. 216 içiyor. Daha önce kaç kez kullandığı belli olmayan ağızlığına takıyor sigarasını. Boğazı sarkık halde. Başını hareket ettirdiğinde, ondan bağımsız sallanıyor. Sık sık öksürerek boğazını temizliyor ve böbreklerinin üstünü tutuyor, yokluyor. Karaciğeri çökmüş ya da çöküyor olduğu izlenimini oluşturuyor ben de. İlk tanışmamızdan önce de karşılaşmışlığımız vardı. Ama ilk kez sohbet ettiğimizde, ben banka kurulmuş ve elimdeki sararmış yaprak yığınlarından oluşmuş André Gide kitabını açıp açmama kararını vermeye çalışır haldeydim. Bir sigara uzatıldı gözlerimin önüne, “Evlat,” dedi, “al şunu.” Koşulsuz bir davranışla aldım sigarayı. Elimdeki sigara dalına bakakaldım, ne yapılabilirdi bununla, ne işe yarıyordu bir an, dünyadaki en aptal kişi olmuştum. Hiçbir an yaşadık, önemli olmayan, önemsiz bile olmayan hiç bir an ve nedense kendimi bir koma zamanında buldum bir an için. “En iyi askerin yeri, toprağın altıdır.” dedi öksürdü, devam etti; “yarım ekmeğin büyük bir lütuf olduğu o ateşin ortasından, şu zavallı ağaçların ortasına düşmüş, bir cesetsen ve toprağın alt tarafında değil de üst tarafındaysan, kazanabildiğin tek şey, yaşama hakkındır.” Dinledim sadece. Öksürdü, çatallanan sesini düzeltmek için. “Oysa” dedi, “ben en çevik askerdim cephede, arkadaşlarıma isabet eden bir kurşuna denk gelemedim.” Sükût. “İnsan, bir savaş sonucunda ayaktaysa, sadece yaşamaya mahkumdur. Kazandığın tek şey, her şeyini kaybettiğini göreceğin zamandır.” Bana baktı. Kirliydim. Gülümsedi. “Ya yola çıkma ya da çıkmışsan sonuna kadar git. Vaz geçme.” Cebindeki şişeyi çıkardı, dolu bir yudum aldı. Yanaklarından akan kanyağı, ceketinin koluna sildi. Ceketinin kolu sıvıyı gözeneklerine çekti, emdi. Küçük noktalar genişledi, dağıldı sonra. Ve daha belirgin koyu kirler kazındı ceketin koluna. Şişenin kapağını kapattı ve cebine koydu. Son bir nefes çekti, sigarasından. İzmariti, ağızlıktan çıkardı. Yere attı. Üstüne bastı. Gitti. Ben sadece bir dal 216, bir Dar Kapı ve biraz zamanla baş başa kaldım. Düşünüyorum ki, bir parça kareli, kahverengi ceket parçası gibiyiz. Yaşamsal emilim, içsel kohezyon kuvvetinin, devasa kir yığınları haline getirdiği mahlûkatız hepimiz.


İlk kez buraya geldiğimde, girişteki gıcırtılı demir bahçe kapısının yanında iki kedi çiftleşiyordu. Yaşam işte bu kadar, rutin bir piç savurma mekanizması. Fırlatılıp sokaklara atılan her bir adımın sahibi kadar, onları hasat edenler de yaşama karşı suç işlemişlerdir. İlk kez buraya üç yıl kadar evvel gelmiştim. Hiç kimseyi tanımadığım için tek başına sokaklarda dolaşıp burayı bulmuş, neyi var neyi yok keşfetmiştim. Bu benim yaptığım en iyi işlerden biri oldu.


Noel Baba.
Kanca burnu, kızgın yüz ifadesiyle kimsenin yapmaya yanaşmadığı işlere gönüllü bir adam, Noel Baba. Henüz otuzlu yaşlarda, ama belirgin kırışıklıklar alnında ve yanaklarında kraterler gibi yerleşmiş. Çorak bir toprak parçası gibi, pütürleşmiş cildi. Parkın uç bölgesindeki, kırmızı Akbank bankında yatıyor geceleri. Kot pantolonu, vişne çürüğü bordo düşey çizgili gömleği, kırmızı süveteri ve ilk halinin nasıl olduğunu hayal bile edemediğim çuval görünümlü yazlık montuyla hızlı hızlı geçip gidiyor yanımdan her gün. Sakar Kuğular Parkı’nın en hırçın siması. Devamlı kendi kendine söyleniyor. “Tanrı, bize bu lanet cehennemi verdi, kendi keyfine bakıyor.” diyor. “Lanet olsun, bir mesih değilsek de bir haveri yapmalıydı bizi.” Noel Baba’yı anlayamıyoruz hiç. O sadece burada bir seferi. Beş yıldır seferiliği geçmeyen bir göçmen. “Hayat çok acımasız.” diyor Noel Baba, “Hayır! Biz sadece ona gereğinden fazla önem vermişiz...” diyor O.


Dış ses : O?

Hmm, evet O.


O, Momos.
Her şeyi, boşlayan bakışlarıyla, vurdum duyulmaz sakinlikleriyle, o bir tanrıça. Bu parkın Momos’u. Aslında gazetelerin üçüncü sayfalarında sık sık yer alan bir yaşamın temsilcisi o. Sevgilisine kaçıp, er kişisinin tezgahında meze olmuş. Vesikalı bir orospu Momos. Ona göre, vajinadaki, karnıbaharsı siğillerin sayısı kadar fazla ya da az yaşayacağı gün sayısı. Sık sık, küfür ediyor Noel Baba’ya. Sakar Kuğular Parkı’na bundan altı hafta kadar öncesinde tanıdım, tüm kimliklerimi hiçe sayıp, tüm benlik izlerimi sildirip geldiğimde buraya ilk onu görmüştüm. Bu çöplüğün tek gülebilen yüzü. Hırçın fahişe. Gülebilen hırçın fahişe. Tetristeki uzun çubuk gibi, ince, kadit. Köprücük kemiklerinin yanlarını derin çukurlar oluşturuyor. Göz altları çukurlaşmış. Avurtları çökmüş. Kolunda daha önce defalarca kullanmış olduğu enjektörden kalmış iğne izleri var. Gözleri mat bir levha gibi. Cansız. Gülmesi derin ve acı. Kahkahaları gün boyu yükseliyor parkta. Her gülüşü birisinin acısına batıyor sanki. Herkes burada hiç kimse olmuş halde. O da bu hiç kimsenin en temel, kişisi. Momos, herkesin sevgilisi. Herkesin morfini. Herkese kul, herkese tanrı. Herkes için, her kimse.


Sakar Kuğular Parkı. Dünyanın siktir ettiği insanları ağırlıyor. Dünyayı siktir eden insanları. Hilkat garibelerini, ucubeleri, piçleri, fahişeleri, keşleri, tinercileri... Noel Babaları, Kör Primadonnaları, Tek Kollu Trapezcileri, Kore Gazilerini, isimsizleri. Tanrının tükürdüğü insanları. Dünyanın kustuğu insanları. Sakar Kuğular Parkı’na ilk kez gittiğimde, aslında orada doğduğumu biliyordum. Ve biz toplumun kanserli uzuvları, nice iç hat seferlerine tarifeli yaşamları küfrediyoruz, limonküflü umursamazlıklara.

Sana.

Üçüncü zamanın kapıları önündeyiz,
İkimiz için de...
Derin bir sisin gölgesinde aralanıyor kapı
Gümüşî bir aydınlık üzerimize köpürüyor -göz alıcı…


Sayısız yeşil tonlara açılıyor kapı
Dört renk mavi nehirlere aralanıyor
Serin bir güney rüzgârı arifesinde…
Ensemizdeki tüyler dikiliyor
Serinlik içsel büyük bir haykırış oluyor
Göğsüme yaslanıyor sırtın
Avucumda sarmalanıyor ellerin…
Kapalı gözlerinde derin bir belirti oluyor
Güneşin gözlerindeki altın nokta…
Gülümsüyor güneş…
Huzur damlaları toplanıyor etrafımızda
Mutluluk koşulsuz bir adım
Dünden bugüne…
Bugünden de yarına…
Bir düş oluyor geçmiş sadece
Merhaba!
Sadece güneşe…
Ve rüzgara…
Ve maviye…
Ve yeşile…
Ve güne, bugüne…
Ve yarına…
Ve dibimizden ayrılmayana…


Zaman sen oluyorsun
Üçüncü zamanın sisli kapılarından giriyoruz
Işıltılı nehir yataklarına doğru
Yeşil mavi gök yer yaşantısına
Sisler dağılıyor…
Büyü…
Büyü olmalı bu…
Bir büyüyle bağlanmış olmalı gözlerimiz…
Üzerimizde mutlak ışıltılarıyla…
Gözlerimizdeki derin parlaklığıyla…
Büyü olmalı bu…


Gözlerimiz kapalı
Güneş hala gülümsüyor…
Rüzgar etrafımızda dans ederken
Sular göçlerine devam ederken
Paletindeki yeşil –Tanrının- etrafımızı kuşatırken…
Büyü…
Hep devam ediyor…


Bu kez hiçin içinde değiliz…
Bu yön, bu gidiş…
Belli ki kutlu bir hal…
Bu kapılar ışığa açılı
Bu ruhlar gibi… -düşe açık…


Güneş gülümsüyor…
Sana…
Bana…
Bize…
Yani ikimize…
Büyü devam ediyor…
Yeşilin,
Mavinin,
Rüzgârın…
Ve elbette ki güneşin…
Gözlerimiz aralanıyor
Güneş hala gülümsüyor
Ve biz de gülümsüyoruz şimdi…
Üçüncü zamanın kapılarını geçerken…
Düşe sevgili…
Güzele…
Yeşile…
Maviye…
Ve rüzgâra…
Ve güneşe…
Ve en çok da yarına…
Yarın bize hoş gelir…

-gelecek!..

Bir adımla başlar yolculuklar…
İçeri, -şimdi!

5 Nisan 2010 Pazartesi

Nerede Kalmıştık?

Beyaz şeritler ayırıyor,
Yinelenen günleri,
Hangi tekrar eden farklıdır ki eşinden.
Rahvan atlar gibi koşardım,
Yeşille örtülmüş tepelerden.
Kusursuz dokunmuş bir pike gibiydi,
Altın motiflerde.
Kızıl buhurlu gün batımlarında yürüdüm,
Gün battım, gün doğdum,
Hazsal maviliklerde yaşadım,
Beyhude siyahlardan ziyade,
Envayi çeşit yeşil tonlara sarıldım,
Zikzaklar çizdim durmadan,
Gecenin nirengi çokluklarında dolandım,
Uçurtmalar uçurdum,
Zamane çocuğu oldum,
Pamko yedim, parmağımı emdim,
Taşlar biriktirdim,
Balballar bildim,
Tümsek çukurlara vuruldum,
Dedim ya,
Zamane çocuğuydum ben.
Oysa şimdi sadece,
Buz gibi bir yayla suyuyum.
Ağulu gülücükler yerleştirdim yüzüme,
Çekici sarı, bet kokular içtim,
Zehir kustum içime,
İğfal ettim ruhumu,
Irzı kalmadı beyninim,
Bekaretini düne verdim,
Top sektirdim,
Gün düştüm,
Hiç böyle düşünmemiştim.
Neredeydim?
Neredeyim?


Nerede kalmıştık?


Dün?
Yarın?
Bugünde,
İkisi arasındayım.
Cürümünün altında,yaşanılanların.
Adil, evet.

21 Mart 2010 Pazar

İsimsiz, Kimlikli Bir Yazı

Bugün farklı.
Bu gece farklı.
Farklı bir gün, farklı bir gece.
Farklı bir gece, farklı bir ölüm.
Farklı bir gecede farklı bir ölüm.
Sivriltilmiş gerçekler batıyor düşüncelere.
Bu gece farklı.
Kapıcıya, kapıyı çalmamasını söyledim.
Müzik açılmayacak bu gece.
Işık yok.
Mum yok.
Sigara yok.
İçki yok.
Bu gece bir inziva.
Bedenim bir camii.
Bir şapel, bir tapınak, bir sinagog.
Bir meyhane.
Ve bir kerhane.


Bu gece, bugünden, dünden ve ötesinden farklı.
Bu gece bir şey yok.
Hiçbir şey yok, bu gecede.
Her şeyin yoğun olduğu bir gece.
Kristal bardaklar yok.
Işıltılı delikler yok.
Ses yok.
Sükût yok.
Hesaplaşma yok.
Yargılama yok.
Mor Milka ineği yok.
Heidi dağlara koşmuyor.
Peter yok.
Lewis Carroll yaşamadı.
Alice tavşanla karşılaşmadı.
Salatalık Kral kovulmadı.
Kumi-Oriler itaatkâr.
Chuck ölmedi.
Death kurulmadı.
Ronnie uçağa binmedi.
Simple Man hiç çalınmadı.
Kemal Sunal yaşamda.
Köşeyi Dönen Adam, olmadı.
General Carrera sayfalardan silindi.
Glacir buzulu aşılmadı.
Lagor’da balıklar olmadı.
Kafka ölmedi.
Dava yazılmadı.
Che, Bolivya’ya gitmedi.
Satre, Che’yi görmedi.
Camus doğmadı.
Sisyphos söylenmedi.
Fidel, hiç püro içmedi.
Bu gece farklı.
Hiç kimse ölmedi.
Hiç kimse doğmadı.
Hiç kimse bağırmadı.
Hiç kimse konuşmadı.
Jane Fonda uyuyor, hâlâ.


Bu gece dün yaşandı.
Öldü.
Hiçbir şey oldu.
Hayır, ölmedi.
Bilmiyorum, öldü, belki.
Özel hiçbir şey yok.
Hiç kimse de.
Zaman yok.
Mekan yok.
Cennet yok.
Cehennem yok.


Bu gece bir şey oldu, -hiçbir şey olarak.
Bugün hiç olmadı.
Bu gece yok.
Sadece bir an patlaması oldu ve bitti.
Öldü ve bitti.
Hayır, ölmedi. Ama bitti.
Bitti, evet.
Bitti.